ve kalkmak.
biraz eski günlerden bahsetmeli. aslında kalem ve kağıt elimde olmadığı zaman hafta içiyle ilgili birçok şey aklıma gelmesine rağmen aynı durum kalem ve kağıt elimde olduğun zaman olmuyor.
şu an yatakhanede uzanıyorum. pazar olması nedeniyle epey boş vaktimiz var. aslında yatakhaneye çıkmak yasak fakat biz çıkıyoruz işte. yani nasıl çıkmayalım. sabah erkenden spora götürdüler sonra saat 10 da bırakıyorlar. Eee! elimizi yüzümüzü bile yıkamak için yatakhaneye çıkamıyoruz. saçmalık. dışarda da WC veya lavabo yok. içeri de girmek yasak. bilmiyorum. kısa dönem olmaya ve bizim gibi olere edilmeyen bu askerler napıyorlar.
salı günü ilk eğitimimize çıkmıştık artık. düzenli yürüyüşler. rahat duruş ve esas duruşu ne bozar? cevap yok. cevap: bir emir, iki ölüm.
-komutanım ayağım ağrıdı
-ne demek ayağın ağrıdı. ağrımıyacak ayağın. hem sen böyle kıçını-başını oynatırsan olmaz.
-komutanım ben kıçımı başımı oynatmadım. ayağım ağrıdı ve ayağımı tuttum.
-ağrımıyacak diyorum ayağın. ölüm ve emir gelmeden bozamazsın esas duruşunu.
daha eğitimimizin ikinci gününde put gibi durmamızı istiyordu çift kazıklı uzman çavuşumuz. bu arada pazartesi ve salı akşam eğitim yaptığımız askeri birlikte bir jandarma çavuşun çocuğuna ders anlattım. branşım matematik olduğu için biraz cazibedardık. tabi eğitimlerde değil. sadece akşam vakitlerindeydi.
çok akıllı bir çocuktu çavuşun çocuğu. ilginç düşüncelere sahipti. ilginç derken bir bilim adamı ışığı vardı. fakat şimdiye kadar gördüğüm her aker çocuğu gibi biraz baskı altında hissediyordu kendini ve yine her asker çocuğu gibi baba mesleğini yapmak istemiyordu. oysa ben bba mesleğini çok severdim. ağaçlarla uğraşması güzeldi ve insanlarla uğraşmasından kolaydı. yazları hep çalışırdım marangozların olduğu sanayide fakat babamın yanında değil başkasının yanında. çünkü babam iyi bir babaydı fakat iyi bir patron değildi. özellikle bana karşı. en önemlisi de para vermezdi. hiçbir hatayı da cezasız bırakmazdı. genelde enseye şaplak indirirdi. şimdi bu mevzuya dalınca o çavuşun çocuğuna yine içim acımayla doldu. çünkü o çocuk babasının yanında çalışmanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu. belki çoğu çocuk bilmiyordur. acaba bu bir eksiklik mi? eksiklikse acaba benim neyim fazla?
şimdi bile baba mesleğimi yapmak istiyorum. öğretmenlik yapmak istemiyorum. öğrencilerimi çok seviyorum fakat eğitim sistemini sevmiyorum, dersaneleri sevmiyorum ve sevmediğim bu dersanede 6 yıldır çalışıyorum. belki askerden dönünce baba mesleğini yaparım, bilmiyorum. zaten son çalıştığım dersaneden bir nevi kovuldum sayılır, bir daha dönme şansım yok. bana müdür senle çalışmak istemiyorum dedi. genel müdürlüğün de aynı kanaatte olduğunu ve dönünce hiçbir şubemizde çalışamıyabileceğimi söylediler. çok mu umrumdaydı bilmiyorum. her ne kadar umarsız gibi görünsem de umursuyordum. çünkü işsiz kalmak istemiyordum. henüz başka bir geçim kaynağım yoktu ve yine annem beni çalıştığım yerde çok mutlu sanıyordu. annemi özlüyordum. annemi özlemeye başlıyordum. ama bu öyle bir özlem değildi. sanki kaygıyla karışan bir özlemdi. çünkü annem benden ayrılınca hasta oluyordu ve o da benim gibi olumsuzlukları bana anlatmıyordu. hatta en son Antalya da ki işimden ayrıldıktan sonra İzmir e gidince ertesi gün hasta olmuş tek kulağı işitme yetisini kaybetmişti. tüm tedavilere rağmen hala da iyileşmemişti. şimdi artık İzmir deki işimde yoktu. askerlikten dönünce artık Antalya da kalmak istiyorum gözümü kararttım ne iş olursa yaparım abi zihniyetine büründüm. İzmir deki dersaneden ayrılacağım günün öncesinde müdürle konuşmamız gerçekten ilginçti. ders anlatımımla ilgili hiçbir şikayet olmadığını, kısa sürede (8ay) öğrenciler tarafından çok sevildiğimi söyledikten sonra ama diye başlayarak eğitimle ilgisi olmayan kişisel disiplinsizliklerimi anlattı bana. söyledikleri doğruydu. ben müdüre itaat etmiyordum veya itaat edip öğrencilere sırt çeviren kişilerden olmak istemiyordum. hepsini yaptım müdür bey. pişman değilim. bir daha olsa gene yaparım. vicdanım rahat dedim cevap olarak. benim vicdanım çok rahat değil diyebildi. nasıl rahat olacakki kişisel karizmasını ve kurumsal karizmasını eğitim ve irfandan önde tutuyordu ve vicdanı sahibi olduğu için bana karşı vicdanı sızlıyordu. bu yönüyle askerliğe benzetiyordum. yani şekle bakan özü hiç sayan bu yapısıyla dersaneler askeriyeye benziyordu. nasıl birisi olursan ol ama belli şeyleri iyi yap yeterdi askerde bunlardan birine örnek vermek gerekirse; astsubay rütbesindeki birisi bize bir komutanla karşılaşınca nasıl selam verilir anlatıyordu. karşılaşınca selamı böyle verirsin. bir adım geçince elini indir, salla gitsin derdi. hatta iki komutan kendi arasında talim yaparken birisi diğerine arkasından hareket bile yapmıştı. ilginç. bir de şunu söylüyorlardı; dediğimizi dinle, yaptığımızı yapma. bir de komutanlar kendi aralarında mutabık değildi. biri şapka çıkarmayı sağ elle gösteriyordu diğeri sol el ile. üç farklı bot bağlama şekli gördük. her seferinde gelene diğer komutan böyle gösterdi deyince de boşver onu diyorlardı.
(herşey mantıklı)
(ilk defa gazete)
fener maçı 4-1 bitmiş ya! daha yeni geldim ve yatağıma çıktım, içeri bir arkadaş geldi ve bu sözleri söyledi. kim yenmiş diye gayri ihtiyari sordum. cevap gelmedi. bazen öğrenmek istediğimiz şeyi farklı sorularla öğrenmeye çalışırız. bende öyle yaptım. golleri kim atmış diye sordum. amacım golleri atanları öğrenmek değildi, kimin yendiğini merak ediyordum. aslında söyleyen arkadaşın rahatlığından Fenerin yendiği belli oluyordu fakat yine de emin olmalıydım. valla bilmiyorum diye bir cevap geldi. yine öğrenememiştim. fakat hemen ..... mekanizmam harekete geçti ve kendi kendime yenmiştir, yenmiş dedim.
yemek içtimasına az kalmış gitmek lazım. geç kalmaya değil vaktinde gelmeye bile tahammül yok. mutlaka erken gitmelisin. bugünün diğer bir vukuatlı olayı ise banyo hadisesi idi. akşam yemeğinden sonra evi aradım ve bir iki şey sipariş ettim. sipariş ettim derken kardeşim Engin salı günü gelicek olan sipariş ettim.
1-5 adet don(ucuzundan)
2-sarı havlu
3-......
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder