tabi o gün olanlar bununla da sınırlı değil. bu satırları yazarken birilerinin hey! şişt! diye bağırdığını duydum. basket sahasında minyatür kale top oynayan genç askerlerin bana ihtiyacı vardı çünkü 7 kişiydiler ve etrafta oynayacak başka birileri de yoktu. yardım ettim gençlere, en zor işi yaparak kaleci-oyuncu olarak.
bugün askerliğe geldiğim gün, yani cumartesi, yani bir hafta oldu. peki bir hafta nasıl geçti derseniz, çabuk geçti. aslında şuan çabuk geçmiyor. çünkü öğle yemeğine kadar serbestiz ama nasıl serbest? adı serbestlik. yatakhaneye çıkış yok. yeşillik alana çıkış yok. sadece ön bahçe ve birde kantin. neyse.
pazartesi kıyafetleri almıştık hayırlısıyla ve giymiştik. ama ondan sonra ne yaptığımızı hatırlamıyorum. artık bir şey hatırlamıyorum. unuttum. aslında her gün bir hikayeydi ama yanılmayan her şey gibi unutuldu. ama kabaca hatırlıyorum bazı şeyleri eğitim yaptığımızı yürüyüp selam verdiğimizi. esas duruş, rahatta bekle gibi komutları öğrendiğimizi. marş marş yürüdüğümüzü. sol! sol! diye bağıran komutanın her bağırışında sol ayağımızı yere sertçe vurduğumuzu. bir de yediğim azarları. nedense yediğim diye yazdıktan sonra azarları diye yazmadan bir süre duraksadım. bir anda ailem geçti gözümün önünden annem geçti daha doğrusu çünkü anneme hep hayatımın güzel yönlerini anlattım. hep güzellik duydu benden hiç ona iç ızdırablarımı ve uykusuz gecelerimi anlatmadım. bunları yazmadım da zaten yazamazdım. ya benim askerde iki kazıklı uzman çavuştan " sen ne biçim askersin" "kıçın-başın oynamasın" gibi 48 kişinin içinde azarlandığımı duysa be kadar üzülürdü annem.
gerçi askerden sonra duysa bunlar problem de olmazdı belki ama tuhaf bir elektrikle sanki azarlandığımı buraya yazar yazmaz duyacağını hissettim. mutfakta, ayakta bulaşık yıkarken sağına yığılıp "ah yavrum" diye inleyeceği gözümün önünde canlandı. tereddüt etmiştim yazarken. ya hissederse? ama artık birilerinin yüzleşmesi gerektiği düşüncesiyle yine de yazdım. peki artık yüzleşmesi gereken kimdi? annem miydi? ben miydim? evet bendim.
az önce kantinde 5dk sıra bekledikten sonra çay alabildim. çay 10 kuruş yani 1 ekmek parasına 4 çay alabilirsiniz. bu ucuzluk güzel aslında ama sıra çok. burada 3000 asker var ve 1 çay satılan yer var ve bir de çay satan usta asker. usta asker deyince askerin de bazı diğer askerlerden üstünlüğü var. bu askerde bulunma süresiyle ilgili. daha önce gelenler daha sonra gelenlerden üstün. ben üstünlük sade askerin kendi içerisindeki uygulama değil, sistemin verdiği bir hiyerarşik imtiyaz.
işte ben sıradayken, birkaç usta asker geldi ve sırayı beklemeden çay istedi. herkesin duyacağı bir şekilde burada sıra yok mu kardeşim dedim. ama usta asker duymamazlıktan geldi. bu sözüme binaen bazı acemiler homurdanmaya daha cesurları da usta askerlik kavramına küfretmeye başladı. önümdeki asker 5 tane çay dedi ve demir 1tl yi gözden içeri uzatıp demir levhanın üstüne bıraktı. çaycıyı göremiyorduk, çaycı da bizi göremiyordu çünkü göz küçük ve aşağı bir seviyede dışı da yine metal ve duvar ile kapalıydı. ben de elimdeki 10kuruşu levhaya koydum. çaycı sen çek parayı gibi bir nidada bulundu.parayı yavaş bir hareketle çektim hızlı değil yavaştım. bu yavaşlık gururumun kabarıklığına mı işaretti yoksa korkusuzluğa mı onu düşünmeden ağır bir hareketle parayı elime geri aldım. o an eğilip yüzümü çaycı askere göstermek istedim. beni tanıyordu, konumumu biliyordu. ben ve benim gibiler diğer askerlerden farklıydık. çünkü kısa dönem askerdik. bu nedenle hem bize misafir muamelesi yapıyorlardı hem de biraz tırsıyorlardı.
göstermedim, burada gururumu yendim ve yüzümü kullanmak istemedim. çaycı önümdeki askere üçüncü çayını verirken söyle diğerlerine çay kalmadı dedi. işte o an yüzümü gösterme ihtiyacı hissettim. çünkü 5 dakikadır boşuna beklemenin yanında çay içemeyecektim. gerçekten çok çay içmek istiyordum çünkü yemeği yeni yemiştim. yemeğin yanında verdikleri helvanın da üçte birini yemiştim. helva beni susatmış fakat su içmemiştim. biraz yansın istiyordum. bazen insan gerçekten ızdırab duymak istiyor. ya da ben istiyorum. bir de buna mazeret olarak haklıymış gibi sebepler uydurarak. yani yanıyordum. çayı gerçekten istiyordum. eğildim ve yüzümü gösterdim. çaycı asker senden sonrakilere yok deyiverdi. o kadar acele söyledi ki bunu sanırım ben de çay yok sözünden sonra bu kadar acele göstermiştim yüzümü. artık benden sonrakilere çay yoktu. çaycı tekrar arka sıradakinlere de söyleyin dedi. ben de çaycıya yardımcı olmak için arkama döndüm ve arkadaşlar çay yok diye birkaç kez söyledim. benim çayı da sonunda verdi ve demir levha kapandı.
defteri açtım ve yazmak istedim fakat yazamadım. çünkü yemin törenlerinin izlendiği tribündeyim ve çayımı insanın oturuşuna göre yapılmış olan eğimli stadyum oturaklarına koyamıyorum. yine de yazmayı bırakmamak için çayı sol elime aldım aslında bu tür durumlar için sol elime yazmayı öğretmek üzere çok talim yaptırdım. fakat beceriksiz elim yine yapamadı bu arada beceriksiz olanın kendim olduğunu hissettim. çünkü elin elden üstünlüğü yoktu. sağ elle yazmaya başladım, sol elle de çayı tutmaya. saniye geçmeden plastik bardağın içindeki sıcaklığın dışına yani elime geçtiğini hissetmeye başladım. işte bu nedenle bu bardak çayı çabuk soğutuyordu. tuhaf bir şekilde insan içinde bu geçerliydi. içindekileri dışına yansıttıkça için boşalıyordu. bir anda basitleşiyor ve bayağılaşıyordun. normal bir şekilde kainat içinde geçerliydi bu madenler ve yer altı kaynakları gün yüzüne çıktıkça azalıyordu o zaman içine devamlı yatırım yapmalıydım. henüz dördüncü kelimeyi yazarken elimin acısı dayanılmaz hale gelmişti. çayı diğer elime aldım ve zaten dışından daha soğuk olan çayı bir kaç yudumda içtim bitirdim.
aslında gün gün yazmak isterdim bu hatıratlarımı, istemeden bu güne geldim. çünkü duyumsamalarımı hatırlayamıyorum. artık sadece bazı pırıltılar var kafamda bazı yüzler bazı şeyler bazı hareketler. bir süre tıkandım şimdi yazamadım. karşıdaki yeşillik araziden sallana sallana eşofmanlar içinde geçen 3 askere gözüm takılmış. farkında değilim. merdivenden indi askerler ve kale direğinin hemen karşısından geçerken bir andan birkaç gündür kafama takılan bir soru(n) kafamda çözülüverdi. niye yalnızdım. 3000 kişinin yaşadığı yerde o kadar kendimi yalnız hissediyordum. bir dakika bir arkadaşımı gördüm demin ki askerlerin geldiği yeşilliklere doğru gidiyor. bende gidicem...
şimdi o yeşillikte bir ağacın altındayım. peki niye altındayım. peki niye arkadaşlarla konuşmaktansa yazıyorum. çünkü yine aynı kadere maruzum. arkadaş epey kalabalık bir gruba katılmış ve mevcut bir muhabbeti sürdürüyordu. araya girmek istemiyorum veya saf saf her konuşana kafayı çevirip herşeyi tasdik etmek de istemiyorum.hele bir de ortama uygun nidalarda bulunmak mı? nefret etmek istiyorum.
şimdi bunları yazdığım esnada tanıdığım arkadaş da gazinoya TV izlemeye gitti. ben burada yabancı yani tanımadığım diğer kısa dönemlerle kalakaldım. bir süre takıldım. bak yine bugünü anlatıyorum. olsun. boşver. bir arkadaşın attığı lafa binaen bir süre muhabbet ettim. fakat bu muhabbet içime sinmedi. çünkü buraya bunun için gelmemiştim. bir anda yalnızlığımla yüzleşmek istedim ve tekrar arkadaşın peşinden gittiği yeni yere gittim. askeri gazino. yemekhanenin altında bodrumda bir yer. yaklaşık 500 kişilik bir salon, bir büyük TV, bir masa tenisi masası, bolca sandalye ve yeter miktar masa. tabi yine bir usta askerin elinde kumanda TV de bir klip kanalı izleyemedim. pinpon oynayanları izledim. tabi bu sefer arkadaş yanımdaydı. artık yalnızlığımı yenmiştim. ben kazanmıştım. pinpon oyunu da bitti. hala yenemediğim bazı şeyler vardı. arkadaşla dışarı çıktık. bundan sonrasında pek bir şey olmadı. ama öncesinde olanlar çok.
geçen gün rütbeli bir asker geldi. sanırım yüzbaşıydı. askerlikle ilgili, Türkiye'yle ilgili, memleketin iç ve dış düşmanlarıyla ilgili bazı izahatlarda bulundu. bazı sözleri tabi ilginçti. mesela bizim yani TSK nın siyasetle hiçbir ilişiği olamaz çünkü biz siyaset üstü bir kavramız sözü. yani bu söz bana epey mantıksız geldi. çünkü bir şeyin üstü olmak o şeyin senin astın olması ve onun senin komutunda olması demek değil mi? yani eğer TSK siyasetin üstünde bir kurumsa pekala siyasete karışabilmeliydi. ki öyle de yapmıyor muydu zaten? bir de hiçbir özel veya ekstra eğitim almamamıza rağmen komutanının burada yaşadıklarınız istihbari bilgiler içerir ve ülkemizin düşmanlarının ilgisini çekebilir. bu nedenle buradaki olay ve yaşantınızı kimseye anlatmayınız. buna pek bir mana veremedim. ama yine de her söylenenden mana çıkarmaya çalışan beynim bundan da sanırım, askeriye hakkında olumsuz düşünceler sivil hayata sızmamalı gibi bir mana çıkardı. belki şu da söylenebilir... komutan yani o anki komutanların bile komutanı olan sanırım yüzbaşı, askeri olarak Çanakkale ve şehitler ruhunun tekrar canlanması için Turgut Özakman'ın Diriliş kitabını tavsiye ettiklerini ve anlaştıkları bir kitabevinden 14ytl ye herkesin almasını istedi. tabi gidip biz almayacaktık sadece parayı verecektik ve onlar bize getireceklerdi. önce almak istiyorum diye el kaldırdım. ama az sonra vazgeçtim ve bir daha el kaldırmadım. yaklaşık nüfusumuzun yarısı aldı. ama sanırım okumak için değil. çünkü okumaya özellikle hafta içi pek vakit yoktu. sabah 5.00 da başlayan gün akşam 9.30 da bitiyordu. eğer hastalık derecesinde kitap okuyan biri değilseniz kitap okumanız pek mümkün olmuyordu.
buradaki komutanlarda ilgimi çeken diğer bir şey de kesinlikle hiçbirinin gür sesi yok bize hitap ederken doğru dürüst seslerini duyamıyorum. zaten sıranın sonunda olduğum için hiç ses gelmiyor. sıra demişken biz kısa dönemler olarak yaklaşık yüz yirmi küsur kişiyiz. 3 bölük halinde sıra yapıyoruz her bölük 4erli diziliyor. her 4erli sıraya manga deniyor. yani her bölük 4 mangadan oluşuyor. her mangada da yaklaşık 10 veya 11 kişi var. ben 2.bölük 4. mangadayım. komutanların sesinin az çıkması veya onları duyamıyacak kad...
bundan sonra yazmayı bırakmışım şimdi elime defteri alıp yazmaya başlıyayım dediğimde başladığım cümlenin amacını unuttuğumu fark ettim. ah! niye cümleyi yarım bıraktım ki. acaba önemli bir şey miydi. önemli olmadığı kesin. hem önemli olsa ne olacak. artık mazi de kaldı. aslında her anı ve her an mazide kalıyor. hayatım oyunca hep bu nedenle kaybettiğimi düşünüyorum. yarım bırakmak. bir cümle yarım bırakılır mı ya! gerçekten hayret.
yavaş yavaş da sinir olmaya başlıyorum kendime. neyse yatmak istiyorum şimdi. yatmak, uyumak ve unutmak. bu kutsal üçlemeye tabi oluyorum şimdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder